This is default featured post 1 title

Go to Blogger edit html and find these sentences.Now replace these sentences with your own descriptions.

This is default featured post 2 title

Go to Blogger edit html and find these sentences.Now replace these sentences with your own descriptions.

This is default featured post 3 title

Go to Blogger edit html and find these sentences.Now replace these sentences with your own descriptions.

This is default featured post 4 title

Go to Blogger edit html and find these sentences.Now replace these sentences with your own descriptions.

This is default featured post 5 title

Go to Blogger edit html and find these sentences.Now replace these sentences with your own descriptions.

İdeal Baba

İlk başlarda kaatı keserken balkon masasının ayaklarını temizleme zahmetine de katlanarak oturma odasına getiriyor, üzerine camı yerleştirip henüz küçücük bir bebiş olan oğlum Deniz'i de yanıma oturtup yaptığım işi izlemesini sağlayarak çalışıyordum. Tabi biraz dikkat edilmesi gereken bir iş bu, siz sakın evde denemeyin:) Deniz bu eli dursa ayağı durmaz, ikisi de dursa ağzı durmaz. Üstelik masada bir sürü keskin bıçak, kağıtlar, cam  yani anlayacağınız bir sürü riskli malzeme var. Allahtan Deniz de meraklı da  ben çalışırken büyük bir dikkatle izliyor da çalışabiliyorum.

Bir gün Deniz'i biraz boşlamışız, kendi halinde bir şeylerle uğraşıyor. Bilirsiniz bir çocuktan ses çıkmayınca bir şeylerle uğraşırken bir "napıyor bu çocuk" tedirginliği olur ebeveynlerde. Bi bakim dedim, napıyor. O zamanlar odadaki oturma grubu fildişi renk döşemeli. Odaya bir girdim ki bizim bıcır eline kalemi almış bir kağıda kanepenin üzerinde tükenmez kalemle resim yapıyor. Allahım kanepenin döşemesinde çizilmeyen yer kalmamış. Tam çıldırılası bir manzara anlayacağınız. Nasıl olduysa bir an sakin kalabildim. O günlerde acemi birer anne baba olarak "nasıl iyi ebeveyn olunur" türünden bir sürü okuyoruz araştırıyoruz falan. Nerede rastladıysam hatırlamıyorum, okuduğum küçük bir öykücük geldi aklıma:

"Evin televizyonu durup dururken bozulmuş ve tamirci çağrılmıştır. Tamirci televizyona ne olduğunu anlamak için  söktüğünde o dünyanın parası cihazın içine bir sürü ekmek kırıntısı atıldığını görmüş ve eli belinde garip bakışlarla evin hanımına bakmış durumu izah edebilmek için. O kadın da  o an sakinliğini koruyarak, ne olup bittiğini merakla izleyen minik kızına sormuş: kızım bu kırıntıların ne işi var orada? Minik kız demiş ki, annecim televizyonda Afrikalı aç çocukları görmüştüm onlar yesinler diye atmıştım. Tabi annesi de tamirci de bu cevap karşısında hayran hayran bakmışlar çocuğa."

Bu öyküdeki ideal anne gibi bir tavırla ben de sordum Deniz'e kanepeyi neden çizdiğini, ne yapmaya çalıştığını. Deniz'in cevabı minik kızın ki kadar dramatik değildi ama yine de o anneyle tamirci gibi kala kalmama yetecek bir cevaptı. "Babacım kaatı yapıyorum." Bu meğer beni dikkatli dikkatli izlerken boşa izlemiyormuş. Ben ona hep oğlum bu bıçaklara kesinlikle dokunmak yok dememden dolayı da, kağıdı kesmek için tükenmez kalemin sivri ucunu kullanmış.

İşte o an ideal bir baba olabilmenin hazzını yaşamıştım. İlk öğrencim de bıcırık oğlum Deniz olmuştu kaatıyı öğrettiğim. Tabi son da olmadı neyse ki...

Kaatı Nedir?

Kaatı (papercut) nedir? Nasıl yapılır? Neden yapılır? Ne zaman yapılır? Bu kadar çok soruya cevap buldum işte ben. Kolay mı?

Bundan 7-8 yıl önceydi, nette ilginç bir fotoğraf albümüne rastladım. Adam kağıdı dantel gibi işleyerek oymuş ve harika bir görsel materyal üretmişti. Düşünsene tek parça bir kağıt. Yapıştırma yok, ekleme yok, çizim yok, boya yok. Ama harika bir izlenim var. Sen kalk bildiğin A4 kağıdı kes, oy ve ortaya bir resim çıkart. Tamam dedim, bunu ben de yapıcam. İşte o gün başladı yolculuğum. A4 kağıtla yaptığım ilk denemelerden pek memnun kalmadım. Daha gramajlı, daha özel bir kağıt kullanmaya başladım. İlk başlarda maket bıçağı kullanırken kretuar bıçağına terfi ettim. Kocaman bir cam kestirdim kendime, masanın üzerinde çalışabilmek için. İlk başta kağıdın arkasına çizim yapıyor sonrasında haldır huldur kesmeye başlıyordum. İlk kestiğim figürler genelde insan figürleri oldu. Ortaya çıkan şeyler heyecanlandırıyordu beni. Bir sürü grafik üretmem gerekiyordu. İyi de nasıl? Ben sadece resim yapmayı bilirim, Andy Warhol'un Marilyn Monroe tarzı grafikleri nasıl üretecek, sadece ışığı gölgeyi kullanarak nasıl bir algısal bütünlük yaratacaktım? Derken grafik düzenleme programlarına bulaştım. Deneye yanıla, düşe kalka o İngilizce programları çözdüm, hatta kullanma klavuzları bile oluşturdum.. Artık beni tatmin eden grafikler üretebiliyordum.

Kağıdı kesmek fikri ilk bakışta kolay geliyor insana. Nolucak elinde neşter gibi keskin bir bıçak var çekersin çiziği olur biter.. Öyle olmadı işte, yeri geldiğinde bir iğne deliği kadar kesiği, kağıdın en kritik yerinde kesebilmek çok kolay değildi. Hani şoförlük jargonunda "önemli olan arabayı hareket ettirmek değil, durdurmaktır" derler ya. Aynen öyleydi işte..İlk başlarda kesikleri biraz kaçırmışsam genişletiyordum olup bitiyordu. Ama o da ne? Öyle bir hata ki güzelim figür şaş bakıyor. Yavaş yavaş terbiye ettim elimi. Şimdi defter sayfası kadar kağıda 4 - 5 bin delik açabiliyorum. Ne yetenek ama... Haaa! Unutmadan: bir de kağıdı tek parça halinde oyabilirsin ama bunun eline alıp salladığında ağzının yüzünün de başka başka yerlere gitmemesi ve sağlam olması gerekiyor. Ya hoca da yok ki soralım, bilen de yok ki danışalım derken Amerika'yı yeniden keşfettim. İyi de oldu aslında kendi tarzımı oluşturabildim böylece.

Çinliler, Japonlar deli gibi kağıt kesiyorlar adamlar incecik kağıdı dantel gibi işliyorlar. Batılılarsa bir elma silüeti çiziyor kağıda çerçeveleyip bir de sergiliyorlar, üstelik satıyorlar da. Silhoutte deniyor adına. Papercut deniyor falan filan. Bir gün yine neti karıştırırken bu sanatın batıya Osmanlılardan geçtiğini ve bizdeki adının da "kaatı" olduğunu öğrendim. Üstelik baya da önemsenen Fatih'in, Kanuni'nin sanatçılarını kese kese altınlarla ödüllendirdiği bir tezhip sanatıymış. İşte o gün bir yaşıma daha girdim. Artık bir misyon biçmiştim kendime bu kaybolan geleneksel sanat mirasını yeniden canlandıracaktım. Kendimi kutsal hazine avcısı gibi hissetmeye başladım. Çalıştım, çalıştım, çalıştım... Vee "kaatikar" oldum. Üstelik bir mahlasım bile oldu: EskiZen. (Aradaki "Z" harfi sırf tarz olsun diye büyük, yani yanlışlıkla shift'e basmadım.) Bu yazıya bir de fotoğraf ekleyebilirsem tam olucak, kaatıyı anlatabilmek için. Ve işte kaatı...