Babam, ilginç ve benim gözümde hakikaten saygıdeğer bir insandır. Pek roman okumam ama Frank McCourt adında İrlandalı bir romancının, "Angela'nın Külleri" ve "Umuda Yolculuk" adında birbirinin takipçisi iki romanını okumuştum. Bilmem bilir misiniz? Aynen o romanlardaki kıvamda bir yaşam öyküsü vardır. Bir dönem, hayat hikayesini romanlaştırabilmek için bir hayli çalışmış ve yaklaşık 60 sayfalık bir müsvedde bile yazmıştım. Babamla oldukça zıt karakterler oluşumuzdan dolayı bu çalışmayı tamamlayamadan yarım kalmış işler rafına tozlanmaya bırakmış durumdayım şu an. Bilgisayarımın masaüstünde bir klasör olmaktan öteye geçemedi maalesef.
Ki, şunu söylemeden geçemem, babamın hayat hikayesi çocukluğumdan beridir ilgimi çekmiş ve hep onun bu hikayesini bir şekilde anlatmam gerektiği hissini uyandırmıştır bende. Onu anlatabilecek şöyle etkileyici bir şiir, çarpıcı bir öykü, tuğla kalınlığında bir roman, ne biliyim en azından lisede yazdıklarım kadar öz bir kompozisyon yazmayı hayallemişimdir. Bir türlü başaramadım ya neyse, henüz yaşıyoruz.
Ben sanatsal becerilerimin çoğunu babamdan almışım sanırım. Henüz ortaokula falan gidiyordum, bir ev maketi yapmaya başlamıştı. Bitirmedi belki ama, yapılan kısmının yapım aşamaları sırasında edindiğim izlenimler, öğrendiğim teknikler bile bir hayli işime yaradı sonrasında. Tabi bu kadar sığ değil öykü. Babamın ortaokula giderken iş bilgisi dersi için yaptığı taştan oyma bir çeşme modeli de hala durur. Bir zamanlar restore bile etmiştim onu. Görseniz nefis bir çalışma.
Lafın özü babam şansı biraz yaver gitse, abartmıyorum, Da Vinci gibi bir adam olurmuş. Sanat, tasarım, mühendislik, süreç yönetimi ne arasan var. Aynı şeyi kendim için söylersem de pek abartmam galiba, ne de olsa genlerimi ondan aldım. Tek eksiğimiz doğru eğitim, doğru yönlendirme. Sihirli ellere sahip olmak elbette önemli ama bu elleri geliştirebilecek hocalar, ekoller gibi olmazsa olmaz kriterlerin de bir araya gelmesi şart.
Her zaman içimi acıtmıştır bu doğru yönlendirilememe olayı. Düşünsenize, toplum olarak bu kadar çok potansiyel yeteneği yetiştirip bir biçimde hep atıl bırakmayı davranış kalıbı haline getirmişiz. Tiyatro oyuncusu olmak isteyene "artist mi olacaksın?", müzik yapmak isteyene "öbür tarafta var ya, o çaldığın -çalgı- bir kor olacak kucağında ve elinden bırakamayacaksın istesen de", "heykel yapana "ya sen putperest misin?" olmuş ilk söylediğimiz şeyler. Tabi gel de ondan sonra koruyabil hevesini. Sanattan yoksun bir toplumun ne hale geleceğini de hep beraber görüyoruz zaten. "Yaratmak", "yaratıcı olmak" gibi kavramlar, cüzi iradeyi şirke meylettiren kavramlar olarak görüldükçe, olay dallanıp budaklanıyor. Aslında sanatçıların değil, bu yakıştırmaları yapanların şirke meylettiğini haykıracak nefesimiz kalmıyor duyarlılığımızdan. Artist kelimesini, anlamının ne olduğunu bile bilmeden bir hakaret ifadesi olarak kullanan bir toplum olmuşuz işte ne yazık ki.
Yalnız unutmadan söyleyeyim, sanatçıysanız ve tarzınız batıya yaklaşıksa günahkar, ama Osmanlı esintileri taşıyorsa sufi olursunuz. Ki ben bu surumda kaatı kesen bir kaatta olarak rahatım sanırım. Heykeli, minyatürü, modeli falan bırakırsam tam kemale ererim.
Neyse biz yine konumuza yani babama dönelim. Kaatı çalışmaları yapmaya başladığımda ilk müşterim de babam olmuştu. Çok beğendiğini söylediği bir çalışmamı satın almak istemiş ve belki de bir baba olarak beni cesaretlendirmeye çalışmıştı. Tabi bir terbiyem var ailemden aldığım, satar mıyım hiç? Hediye ettim o çalışmayı tamamlandıktan sonra.
Ben babamı anlatıyordum yine kendime dönmüşüm çaktırmadan:) İdealist bir öğretmen olmanın yanı sıra, protest bir yapısı vardır babamın. Öyle her duyduğuna doğru demeyen, sorgulayan bir zihin yapısı vardır. Bunun da ortak bir yönümüz olduğunu vurgulasam yine uzaklaşıcam konudan.
Bizi hiç bir zaman para kazanma hırsıyla güdülemeyen, hayatta çok daha değerli şeylerin de olduğunu unutturmayan bir adamdır. Bize onurun her şeyin önünde olduğunu öğreten adamdır.
......
Bu yazının buraya kadar ki kısmını bir süre önce yazmıştım. Şimdi okuyunca fark ettim: olmamış yine. Ne zor şeymiş babamı anlatmak.
Kısa zaman önce öğretmenim için bir yazı yazmıştım. O yazıda özellikle de ülke olarak yaşadığımız son dönemlerde daha da bir önem kazanan bir kavram zihnimi hep meşgul etmişti. "Cumhuriyet Öğretmeni". Evet bir insana hakikaten onu övmek istiyorsanız özellikle de benim annem, babam gibi idealist öğretmenlerse Cumhuriyet Öğretmeni demek yeterlidir bence. Daha büyük bir övgü olabilir mi?
Annem de tam bir Cumhuriyet Öğretmeni ama bu yazı babama ait. Annemi daha sonra anlatıcam.
Düşünsenize okulu daha yeni bitirmiş gencecik bir adam. İlk kez gittiği bir şehrin bir ilçesinin bir köyü. Yıkık evden bozma bir okul binası, okulun ne olduğunu bilmeyen öğrenciler ve velileri, dahası Türkçe bilen yok. Sen bu çocukları öncelikle okula getireceksin, oturtacak yer yapacaksın, günaydın diyeceksin, anlayan bir kaç çocuk çıkacak. Bir oyun öğreteceksin onlara, Türkçe öğrenme oyunu. Derken normal öğretim faaliyetlerine başlayacaksın. O pırıl pırıl çocuklara hayata dair bildiğin ne varsa öğreteceksin.
Köyün öğretmeni olmak yetmez, su sorunu var; halledeceksin, tuvalet nedir bilmezler; yapacaksın. Köyün bileni olacaksın, ışığı olacaksın. Kolay mı öğretmen olmak, hele de Cumhuriyet Öğretmeni olmak?
İşte böyle bir adam babam, yani tam bir Cumhuriyet Öğretmeni. Emekli olana kadar kim bilir kaç çocuğun ışığı, yolu yordamı olmuş.
Öğretmen elinde meşale taşıyan, ışık yayan bir öncüdür. Yaşlansa da yorulmaz, yorulursa da durmaz. Elindeki ışık, o yaşlandıkça güçlenir. Bilgeleştikçe güneşleşir. Öyle bir ışıktır ki Cumhuriyet Öğretmeni'nin ışığı, o yaşamdan çekse bile elini ayağını, sonrasında öğrencilerinin gözünde çakmak çakmak yanmaya devam eder. Paylaştıkça çoğalır elindeki ışık.
O ışıktan bir huzme de ben aldım. Öyle şanslıyım ki, bir huzme babamdan, bir huzme annemden, bir huzme öğretmenimden. İnatçı bir ışık. Deli rüzgarların bile söndüremeyeceği, ancak harlandıracağı bir ışık.
Işığın üzerimizden eksik olmasın baba...
Ki, şunu söylemeden geçemem, babamın hayat hikayesi çocukluğumdan beridir ilgimi çekmiş ve hep onun bu hikayesini bir şekilde anlatmam gerektiği hissini uyandırmıştır bende. Onu anlatabilecek şöyle etkileyici bir şiir, çarpıcı bir öykü, tuğla kalınlığında bir roman, ne biliyim en azından lisede yazdıklarım kadar öz bir kompozisyon yazmayı hayallemişimdir. Bir türlü başaramadım ya neyse, henüz yaşıyoruz.
Ben sanatsal becerilerimin çoğunu babamdan almışım sanırım. Henüz ortaokula falan gidiyordum, bir ev maketi yapmaya başlamıştı. Bitirmedi belki ama, yapılan kısmının yapım aşamaları sırasında edindiğim izlenimler, öğrendiğim teknikler bile bir hayli işime yaradı sonrasında. Tabi bu kadar sığ değil öykü. Babamın ortaokula giderken iş bilgisi dersi için yaptığı taştan oyma bir çeşme modeli de hala durur. Bir zamanlar restore bile etmiştim onu. Görseniz nefis bir çalışma.
Lafın özü babam şansı biraz yaver gitse, abartmıyorum, Da Vinci gibi bir adam olurmuş. Sanat, tasarım, mühendislik, süreç yönetimi ne arasan var. Aynı şeyi kendim için söylersem de pek abartmam galiba, ne de olsa genlerimi ondan aldım. Tek eksiğimiz doğru eğitim, doğru yönlendirme. Sihirli ellere sahip olmak elbette önemli ama bu elleri geliştirebilecek hocalar, ekoller gibi olmazsa olmaz kriterlerin de bir araya gelmesi şart.
Her zaman içimi acıtmıştır bu doğru yönlendirilememe olayı. Düşünsenize, toplum olarak bu kadar çok potansiyel yeteneği yetiştirip bir biçimde hep atıl bırakmayı davranış kalıbı haline getirmişiz. Tiyatro oyuncusu olmak isteyene "artist mi olacaksın?", müzik yapmak isteyene "öbür tarafta var ya, o çaldığın -çalgı- bir kor olacak kucağında ve elinden bırakamayacaksın istesen de", "heykel yapana "ya sen putperest misin?" olmuş ilk söylediğimiz şeyler. Tabi gel de ondan sonra koruyabil hevesini. Sanattan yoksun bir toplumun ne hale geleceğini de hep beraber görüyoruz zaten. "Yaratmak", "yaratıcı olmak" gibi kavramlar, cüzi iradeyi şirke meylettiren kavramlar olarak görüldükçe, olay dallanıp budaklanıyor. Aslında sanatçıların değil, bu yakıştırmaları yapanların şirke meylettiğini haykıracak nefesimiz kalmıyor duyarlılığımızdan. Artist kelimesini, anlamının ne olduğunu bile bilmeden bir hakaret ifadesi olarak kullanan bir toplum olmuşuz işte ne yazık ki.
Yalnız unutmadan söyleyeyim, sanatçıysanız ve tarzınız batıya yaklaşıksa günahkar, ama Osmanlı esintileri taşıyorsa sufi olursunuz. Ki ben bu surumda kaatı kesen bir kaatta olarak rahatım sanırım. Heykeli, minyatürü, modeli falan bırakırsam tam kemale ererim.
Neyse biz yine konumuza yani babama dönelim. Kaatı çalışmaları yapmaya başladığımda ilk müşterim de babam olmuştu. Çok beğendiğini söylediği bir çalışmamı satın almak istemiş ve belki de bir baba olarak beni cesaretlendirmeye çalışmıştı. Tabi bir terbiyem var ailemden aldığım, satar mıyım hiç? Hediye ettim o çalışmayı tamamlandıktan sonra.
Ben babamı anlatıyordum yine kendime dönmüşüm çaktırmadan:) İdealist bir öğretmen olmanın yanı sıra, protest bir yapısı vardır babamın. Öyle her duyduğuna doğru demeyen, sorgulayan bir zihin yapısı vardır. Bunun da ortak bir yönümüz olduğunu vurgulasam yine uzaklaşıcam konudan.
Bizi hiç bir zaman para kazanma hırsıyla güdülemeyen, hayatta çok daha değerli şeylerin de olduğunu unutturmayan bir adamdır. Bize onurun her şeyin önünde olduğunu öğreten adamdır.
......
Bu yazının buraya kadar ki kısmını bir süre önce yazmıştım. Şimdi okuyunca fark ettim: olmamış yine. Ne zor şeymiş babamı anlatmak.
Kısa zaman önce öğretmenim için bir yazı yazmıştım. O yazıda özellikle de ülke olarak yaşadığımız son dönemlerde daha da bir önem kazanan bir kavram zihnimi hep meşgul etmişti. "Cumhuriyet Öğretmeni". Evet bir insana hakikaten onu övmek istiyorsanız özellikle de benim annem, babam gibi idealist öğretmenlerse Cumhuriyet Öğretmeni demek yeterlidir bence. Daha büyük bir övgü olabilir mi?
Annem de tam bir Cumhuriyet Öğretmeni ama bu yazı babama ait. Annemi daha sonra anlatıcam.
Düşünsenize okulu daha yeni bitirmiş gencecik bir adam. İlk kez gittiği bir şehrin bir ilçesinin bir köyü. Yıkık evden bozma bir okul binası, okulun ne olduğunu bilmeyen öğrenciler ve velileri, dahası Türkçe bilen yok. Sen bu çocukları öncelikle okula getireceksin, oturtacak yer yapacaksın, günaydın diyeceksin, anlayan bir kaç çocuk çıkacak. Bir oyun öğreteceksin onlara, Türkçe öğrenme oyunu. Derken normal öğretim faaliyetlerine başlayacaksın. O pırıl pırıl çocuklara hayata dair bildiğin ne varsa öğreteceksin.
Köyün öğretmeni olmak yetmez, su sorunu var; halledeceksin, tuvalet nedir bilmezler; yapacaksın. Köyün bileni olacaksın, ışığı olacaksın. Kolay mı öğretmen olmak, hele de Cumhuriyet Öğretmeni olmak?
İşte böyle bir adam babam, yani tam bir Cumhuriyet Öğretmeni. Emekli olana kadar kim bilir kaç çocuğun ışığı, yolu yordamı olmuş.
Öğretmen elinde meşale taşıyan, ışık yayan bir öncüdür. Yaşlansa da yorulmaz, yorulursa da durmaz. Elindeki ışık, o yaşlandıkça güçlenir. Bilgeleştikçe güneşleşir. Öyle bir ışıktır ki Cumhuriyet Öğretmeni'nin ışığı, o yaşamdan çekse bile elini ayağını, sonrasında öğrencilerinin gözünde çakmak çakmak yanmaya devam eder. Paylaştıkça çoğalır elindeki ışık.
O ışıktan bir huzme de ben aldım. Öyle şanslıyım ki, bir huzme babamdan, bir huzme annemden, bir huzme öğretmenimden. İnatçı bir ışık. Deli rüzgarların bile söndüremeyeceği, ancak harlandıracağı bir ışık.
Işığın üzerimizden eksik olmasın baba...